Küreselleşmeye Yeni Bir Başlangıç

Küreselleşmeye Yeni Bir Başlangıç

2020 yılının Mayıs ayından beri dünyada sıklıkla telaffuz edilen bir kavram var. “The Great Reset” ya da Türkçe “Büyük Yeniden Başlatma-Büyük Yeniden Sıfırlama” diye ifade edebileceğimiz bir terim.

2020 yılının Mayıs ayından beri dünyada sıklıkla telaffuz edilen bir kavram var. 
“The Great Reset”  ya da Türkçe “Büyük Yeniden Başlatma-Büyük Yeniden Sıfırlama” diye ifade edebileceğimiz bir terim. 
Anlatmak istediği şey; 1980’lerin sonundan beri dünyada uygulanan neoliberal  (küreselleşme) politikalarının artık dünyayı daha ileri götüremediği, sürekli olarak krizler çıkarttığı ve bu nedenle artık yeni bir ekonomik düzene geçilmesinin gerekli olduğudur.
“RESETLEME” kelimesi sıklıkla elektronik sistemlerde (bilgisayar gibi) çözülemeyen bir problem olduğunda kullanılır. Sistemin kapatılıp yeniden başlatılmasıyla sorunun giderilmesi sağlanmaya çalışılır. 
Bu yazının başlığı olan The Great Reset terimi ile de günümüz ekonomi politikalarında yeni bir başlangıca olan ihtiyaç olduğu vurgulanmaktadır. 
Time dergisinin 2020 Kasım sayısının kapağı da Great Reset vurgusuyla dizayn edilmiştir. Günümüzde ekonomide son 30-40 yıldır uygulanan Neoliberal (küreselleşmeci) politikalar artık sürekli krizler çıkarttığı için mevcut ekonomik düzeni kapatıp yeni bir başlangıç anlamında “RESET”leme önerilmektedir. 
Peki neoliberalizm (küreselleşme) nedir? Neoliberalizmi anlayabilmek için onun temeli olan Liberalizmi bilmek gerekir.
Bu anlamda konuyu izah edebilmek adına 1700’lü yılların ortasına kadar geriye gitmek gerekiyor. 


İKTİSAT (EKONOMİ)  BİLİMİNİN  DOĞUŞU VE  İKTİSAT  TEORİLERİNİN  EVRİMİ.
Dünyada iktisat, Adam Smith’in meşhur ”Milletlerin Zenginliği” eseriyle  birlikte 1776 yılından itibaren bir bilim dalı olarak kabul edilmiştir.
1776’dan 1930’lara kadar dünyada KLASİK LİBERAL İKTİSAT TEORİSİ egemenliğini sürdürdü. 
Klasik Liberal Görüş “Bırakınız Yapsınlar-Bırakınız Geçsinler” felsefesini benimsiyordu. Ekonomide kısa vadede dengesizlikler olsa bile uzun vadede sistem görünmez bir el yardımıyla kendiliğinden tam istihdam seviyesinde dengeye gelmekteydi. Bu nedenle devletin ekonomiye müdahalesi gereksizdi. Devlet müdahalesi sistemi bozmaktaydı.
1929’da ABD’de talep yetersizliği nedeniyle başlayan Büyük Depresyon (Buhran) sonrası sistemin kendiliğinden dengeye gelemediği gözleminden yola çıkan John Maynard Keynes’in ortaya koyduğu KEYNESYEN İKTİSAT egemenliğini ilan etti. Keynesyen iktisada göre krizden çıkabilmek ve tam istihdama ulaşabilmek için devreye mutlaka devletin girmesi gerekiyordu. Enflasyon varsa devlet harcamaları kısılmalı, vergiler artırılmalıydı. Durgunluk varsa harcamalar artırılmalı, vergiler azaltılmalıydı.
Keynesyen Teorinin tam istihdamı sağlamak için ekonomiye devlet müdahalesini savunan politika önermeleri (sosyalist ekonomi ile karıştırılmamalı) dünyada 1974 yılına kadar başarıyla uygulanmış, ekonomilerin yüksek büyüme hızlarına ulaşmalarına önemli katkılar sağlamıştır. 
Ancak 1974 yılında dünyada İKİNCİ BÜYÜK DURGUNLUK olarak yeni bir kriz ortaya çıkmış ve bu durgunluğun giderilmesinde Keynesyen reçete başarısız olmuştur.
1974 yılında dünyada baş gösteren bu kriz “DURGUNLUK İÇERİSİNDE ENFLASYON” olarak tanımlanan, adına stagflasyon denilen, dünyanın daha önce hiç yaşamadığı bir ekonomik problemdir  (stagnation + inflation = stagflation).
Stagflasyona Orta Doğudaki petrol ihraç eden Arap ülkelerinin petrol fiyatlarını artırmaları neden olmuştur.
Keynesyen Teori stagflasyon problemini çözemeyince ekonomide yeni arayışlara gidilmiş sonunda Neoliberalizm ya da diğer adıyla Küreselleşme çözümü geliştirilmiştir.


BÖLÜM 2: NEOLİBERALİZM (KÜRESELLEŞME) 
Stagflasyona neden olan olay bu günkü Filistin toprakları üzerindeki Filistin-İsrail çekişmesine dayanmaktadır.  Her iki ırk ta bu toprakların binlerce yıldan beri kendi anavatanları olduğunu ileri sürerek diğerini bu topraklardan sürmek istemektedir.  
1948 yılında Filistin toprakları üzerinde İsrail Devleti kurulduktan sonra da bu çekişme devam etmiştir. 
1967 yılında Araplar İsrail’i bu topraklardan atmak üzere İsrail’e karşı savaşa girişmişler ancak yenilmişlerdir. 
6  Ekim 1973 tarihinde ise bu sefer Suriye ve Mısır, koordineli bir şekilde hareket ederek İsrail’e karşı yeni bir savaş başlatmışlardır. Bu savaşın adı Yom Kippur savaşıdır. ABD  bu savaşta İsrail’i desteklemiştir.
Petrol üreticisi-ihracatçısı Araplar Birliği (OPEC), bu savaşta ABD ve diğer bazı ülkelerin İsrail’i desteklemesine kızarak 15 Ekim 1973 tarihinde İsrail’i destekleyen ülkelere karşı petrol ambargosu başlatmışlardır. 
Ayrıca dünyaya ihraç ettikleri petrolün varil fiyatını 4 kat artırarak 12 dolara yükseltmişlerdir. 
OPEC'in 1973 sonunda petrol fiyatlarını 4 kat artırması dünyada büyük bir şok ve ekonomilerde büyük bir durgunluk yaşanmasına neden olmuştur. 
Petrol fiyatlarında 4 kata varan bu artış bir yandan ekonomilerde üretim maliyetlerini artırarak enflasyon yaratırken, aynı zamanda artan fiyatlar nedeniyle talebin ve üretimin düşmesine,  küresel düzeyde büyük bir durgunluk ve küçülmenin yaşanmasına sebep olmuştur. 
O güne kadar ekonomilerdeki sorunların çözümünde çok başarılı olan Keynesyen Teori bu stagflasyon problemini çözmede çaresiz kalmıştır.  
Çünkü bilinen Keynesyen reçeteye göre; bir ekonomide enflasyonu düşürmek için devlet harcamalarının kısılması, vergilerin artırılması gerekmektedir. Devletin harcamaları kısıp, vergileri artırdığı bir ekonomide Toplam Talep düşeceği için enflasyon da düşecektir. Ancak stagflasyonda bu reçete ile enflasyon inerken ekonomideki diğer bir problem olan durgunluk artacaktır. 
Ya da önceliği durgunluğu ortadan kaldırmaya, ekonomiyi canlandırmaya verirseniz; bu sefer de enflasyon yükselecektir. 
İşte bilinen Keynesyen reçete ile ekonomide aynı anda mevcut olan enflasyon ve durgunluk problemini (durgunluk içerisinde enflasyon-stagflasyon) çözmek mümkün değildir. 
Bu nedenle ekonomik olarak yeni çözüm arayışlarına gidilmiştir.
Arayışların sonunda Liberalizmin yeni bir versiyonu olan NEOLİBERALİZM TEORİSİ geliştirilmiştir. 
“Neoliberalizm”, Yeni Liberalizm ya da halk arasında bilinen adıyla “Küreselleşme” demektir.
Küreselleşmeyi savunan Neoliberal Teori, Klasik Liberal Teorinin temel önermelerine sahip olmakla birlikte (devletin ekonomiye müdahalesine gerek yoktur, ekonomi uzun dönemde kendi kendine tam istihdam seviyesinde dengeye gelecektir), gelişmekte olan ülkelerin sermaye yetersizliklerini gidermek maksadıyla, gelişmiş ülkelerden gelişmekte olan ülkelere sermaye akımlarını artırmayı hedeflemiştir. Bu amaçla ülkelerde sermaye hareketlerinin ve mal ticaretinin önündeki engellerin kaldırılmasını önermektedir.
Gelişmiş ülkeler petrol fiyatlarındaki artış sonrası artan petrol maliyetlerini ürettikleri sanayi mallarının fiyatlarına yansıtmışlar, bu malları da ihraç ederek petrol fiyatlarının artışından gördükleri zararı telafi etmişlerdir. 
Bu dönemde esas sıkıntıyı yaşayan; petrolü olmayan az gelişmiş ülkeler olmuştur. Yüksek petrol giderleri nedeniyle gelir seviyeleri çok düşen bu ülkeler iyice fakirleşmişler, mal ithal edemez duruma gelmişlerdir. 
Bu durum ise gelişmiş ülkelerin azgelişmiş ülkelere ihracatlarının düşmesine (pazarlarının daralması nedeniyle), ellerindeki mal stoklarının artmasına, gelirlerinin küçülmesine ve neticede küresel düzeyde refah seviyesinin azalmasına yol açmıştır.
Madem ki stagflasyon gelişmiş ve azgelişmiş ülkeler arasındaki daha önce var olan gelir eşitsizliğini daha da artırarak dünya refahını olumsuz bir biçimde etkilemiştir; o zaman dünya ticaretini ve refahını artırabilmek için gelişmiş ve az gelişmişler arasındaki gelir eşitsizliğini azaltmak üzere azgelişmişlerin daha hızlı büyümelerini sağlayacak politikalara ihtiyaç vardır. 
Az gelişmiş ülkelerin sermaye birikimleri yetersizdir. Halbuki gelişmiş ülkelerde bol miktarda sermaye bulunmaktadır. Eğer gelişmiş ülkelerden azgelişmiş ülkelere sermaye transferi mümkün olabilirse (sermayenin liberalizasyonu-serbestleşmesi), azgelişmiş ülkelerin kalkınmaları hızlanacak, sonuçta gelişmiş ve az gelişmişler arasındaki gelir eşitsizliği küçülecektir.
Küreselleşmeden arzu edilen refah artışı için sadece sermaye hareketlerinin önündeki engellerin kaldırılması yeterli değildir. Aynı zamanda mal hareketlerinin önündeki engellerin de kaldırılması gerekmektedir (ticaretin liberalizasyonu-serbestleşmesi). Böylece gelişmiş ülkeler azgelişmiş ülkelere daha fazla ihracat yapabileceklerdir. 
Kısacası yaşanan stagflasyon sonucu ortaya çıkan azgelişmişlerin fakirliklerinin azaltılmasıyla bu ülkelerin refahı artmış olacaktır. Diğer taraftan gelirleri artan azgelişmişler de gelişmiş ülkelerden daha fazla mal satın alacaklardır. Sonuçta hem gelişmişler hem azgelişmişler mal ve sermaye hareketlerinin önündeki engellerin kaldırılmasından (küreselleşmeden) fayda sağlamış olacaklardır (teorik olarak her iki taraf ta kazanacak görünüyor). 
İşte küreselleşmenin temelindeki anafikir; gelişmişlerden azgelişmişlere mal ve sermaye hareketlerini kolaylaştırarak gelir eşitsizliğini gidermek, ihracat pazarlarını canlandırmaktır. Bunu sağlamanın yolu ise Küresel Tek Pazar yaratmaktır.  
Küreselleşme hareketinin bir diğer tamamlayıcı politikası da ekonomide kamunun payının küçültülmesidir. Çünkü azgelişmiş ülkelerde hantal devlet yapısı ekonomideki kalkınmayı yavaşlatmaktadır.  Devlet ekonomik hayatı yönlendirebilmek için birçok kamu iktisadi teşekkülleri (KİT) kurmuştur. Bu yolla hem istihdam yaratmaya çalışmış hem de uyguladığı ücret politikasıyla ülkedeki ücretlerin belli bir seviyenin altına düşmesini engellemeyi amaçlamıştır. 
Ancak devlete ait olan bu kuruluşlar zamanla politik amaçlarla kullanıldığı için  verimsiz ve hantal kuruluşlar konumuna gelmişlerdir. Bu nedenle zarar etmekte ve devlet bütçesi üzerinde yük oluşturmaktadırlar. 
İşte neoliberal öğreti bu bakış açısıyla bu kuruluşların özelleştirilmesini, devletin yükünün hafifletilmesini, devletin küçülmesini, ekonomik hayattan mümkün olabildiğince çekilmesini savunmaktadır.
Sovyet sisteminin dağılmaya başlamasıyla birlikte bu yaklaşım, İngiliz  iktisatçı John Williamson tarafından, 1989 yılında “Washington Uzlaşması” (Washington Consensus) adı altında 10 ilke altında toplandı ve bu ilkeler o tarihten sonra neoliberal yaklaşımın “10 Emir”i haline geldi. 
IMF, Dünya Ticaret Örgütü ve Dünya Bankası gözetiminde uygulanan Washington Uzlaşması olarak bilinen neoliberal öğretinin bu Küreselleşme Politikaları dünyanın 1980 sonrası ekonomik düzenini tamamen değiştirmiştir.
1989 yılında kabul edilen Washington Uzlaşmasında öngörülen 10 maddeden öne çıkan 3 madde özellikle çok önemlidir. Bunlar;
a)    Dış ticarete yönelik sınırlamaları (gümrük vergileri, miktar kısıtlamaları) kaldıran dışa açık ekonomik model anlayışının uygulanması,
b)    Ülkeler arası sermaye hareketlerinin serbestliği ve dış yatırımlara yönelik kısıtlamaların kaldırılması,
c)    Devletin ekonomideki ağırlığının azaltılması amacıyla yapılacak olan mali dengeyi sağlamak için kamu iktisadi teşekküllerinin özelleştirilmesi uygulamalarıdır.

BÖLÜM 3: NEOLİBERALİZM (KÜRESELLEŞME) AMACINA ULAŞABİLDİ Mİ?
Dünyada 1990’lı yıllarda IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütünün de yönlendirmesiyle gittikçe artan bir tempoda serbestleştirme ve özelleştirme hareketleri başlatılmıştır.
Dünya hızlı bir  küreselleşme sürecine girmiştir. 
Sermaye ve mal hareketlerinin önündeki engellerin kaldırılması ne yazık ki beklendiği gibi gelişmiş ve azgelişmiş ülkeler arası gelir eşitsizliğini azaltmadı, tersine artırdı.
Bunun da sebebi şudur; azgelişmiş ülkelerde bu serbestleştirme için yeterli güçlendirme, altyapı hazırlıkları yapılmadan, gerekli kurumsal yapı oluşturulmadan gümrüklerin indirilmesi, sermaye hareketlerinin kolaylaştırılması, bu ülkelerin gittikçe sıklaşan aralıklarla krize girmelerine neden oldu.
Azgelişmiş ülkeler savunma zırhlarını çıkardıkları için spekülatif sermayenin (sıcak paranın) oyuncağı konumuna geldiler. 
Ülkeye sıcak para girerken her şey güllük gülistanlık oluyordu. Ülkelerin paraları dövize karşı değer kazanıyor, ithal mallar ucuzluyor, raflar ucuz ithal mallar ile doluyordu. Herkes refah içinde mutlu bir şekilde yaşıyordu. 
Ancak ülkeyi idare edenlerin yaptıkları yanlışlar nedeniyle bu paranın kaçması çok kolaydı. Nitekim sıcak paranın çok kısa bir sürede ülkeyi terk etmesi o ülkelerin krize girmelerine yol açıyordu.
Bir diğer sonuç ta gümrük vergilerinin azaltılması, ithalat kotalarının kaldırılması nedeniyle azgelişmiş ülkelerin dış ticaret açıklarındaki büyümenin bu ülkelerin dış borçlarını artırarak daha fazla dış borçlanma yapmak zorunda kalmalarına sebep oluyordu.
Büyüyen dış açıklar, artan dış borçlar nedeniyle azgelişmiş ülkeler gittikçe sıklaşan ekonomik krizler yaşamaya başladılar.
Ayrıca finansal serbestleştirme kriz yaşayan azgelişmiş ülkelerin üretim kuruluşlarının yabancı sermayenin eline geçmesine de neden olmuştur.
Yaşanan teknolojik gelişmeler de (internet vs.) dünyada iletişimin ve bilginin süper hızla yayılmasına yol açmıştır.
Gelişen iletişim teknolojisi sayesinde bilgiye daha kolay ve ucuz ulaşılabilmesi, bilginin daha etkin kullanılabilmesini sağlamış, sayısal tekniklerle birlikte risk ve getiri beklentilerine göre birçok finansal ürün geliştirilmiştir. Ayrıca, finansal ürünlerdeki çeşitlilik risk tercihlerinin genişlemesine, katılımcı sayısının artmasına ve piyasaların büyümesine neden olmuştur. Özellikle banka odaklı finansal piyasalardan piyasa odaklı finansal piyasalara geçiş yapısal anlamda finans sektörünü değişime uğratmıştır.
Şirketler uluslar arası ölçekte büyümüş, ulus devlet kavramı zayıflamış, ülkeler arası kültürel etkileşimler artarken, ülkeler arası karşılıklı bağımlılıklarda da yükselişler ortaya çıkmıştır.
Küreselleşme nedeniyle dünyanın herhangi bir yerinde meydana gelen ekonomik, finansal, siyasal ve sosyal olaylar diğer dünya ülkelerini de ciddi anlamda etkiler hale gelmiştir. 
Ancak küreselleşmenin ülkeler arası ve ülke içi gelir dağılımını azaltması yönündeki beklentilerin karşılandığını söylemek zordur. 
Tam tersine küreselleşme süreci gelişmiş ve azgelişmiş ülkeler arası gelir dağılımının daha da bozulmasına yol açmış, ülke içi gelir dağılımı daha da bozulmuştur. 
Ayrıca dünyada ülkelerin yaşadığı ekonomik krizlerin sayısı artarken krizlerin süresinde de uzamalar ortaya çıkmıştır. Bunlara örnek olarak; 1994 ve 95 Meksika Krizi, 1997 Güneydoğu Asya Krizi, 1998 Rusya Krizi, 1999 Arjantin Krizi, 2001 Türkiye Krizi, 2008 Küresel Finansal Kriz gösterilebilir.
Neoliberal politikalar çerçevesinde kamu kesiminin ekonomideki etkinliğinin azaltılması ve özelleştirmeler de iktisat literatüründe her zaman tartışma konusu olmuştur. 
Kamu kesiminin ekonomideki ağırlığının azaltılmasının sosyal devlet olgusuna zarar verdiği, özelleştirmelerin de işsizliğin artmasına ya da iş gücü ücretlerinin ekonomi içindeki alım gücünün azaltılmasına neden olduğu ileri sürülmüştür. 
Ayrıca finansal serbestleştirme kriz yaşayan azgelişmiş ülkelerin üretim kuruluşlarının yabancı sermayenin eline geçmesine de neden olmaktadır.
Küreselleşme sürecinin azgelişmiş ülkeler açısından en önemli sonuçlarından birisi de, azgelişmiş ülkelerin dış ticaret açıklarını artırmasıdır. Serbestleşme çerçevesinde ülkelerarası mal hareketlerini sınırlayan yüksek gümrük vergilerinin ve miktar kısıtlamalarının kaldırılması azgelişmiş ülkelerin dış ticaret açıklarının büyümesine sebep olmuştur. 
Dış ticaret açıklarını karşılamak için daha fazla dış borç arayışına giren bu ülkeler kısa vadeli sermaye hareketlerine (sıcak para) açılmaktan başka yol bulamıyor; bu da, bir yandan ekonominin finansallaşmasına ve spekülatif finansal akımların belirleyicilik kazanmasına yol açan, bir yandan da istikrarsızlığı arttıran bir başka önemli gelişmeye neden oluyordu. 
Ekonominin finansallaşması ve kırılganlık kazanması, bir yandan derin finansal krizlere zemin hazırlarken, bir yandan da borç sarmalı içinde yeni kredi olanakları sağlamaya ve yabancı sermayeyi çekmeye çalışan azgelişmiş ülkelerin gündemine yapısal uyum reformlarını sokmuştur. 
Dış kaynak arayışındaki ülkeler açısından yabancı sermayeyi cezbedebilecek koşulların sağlanması ve rekabet gücünün arttırılması büyük önem kazanıyor, bu doğrultuda rekabet gücünü arttırmaya yönelik anti sosyal politikalar gündeme getiriliyordu. 
Bu çerçevede, işgücü maliyetlerinin düşürülmesi için emek piyasalarının esnekliğinin arttırılması ve sosyal harcamaların düşürülmesi sağlanıyor, bu da alt gelir grupları açısından çalışma koşullarının kötüleşmesine ve yaşam standartlarının düşmesine yol açıyord
Neoliberalizm sadece azgelişmiş ülkelerin ekonomik krizlerini artırmadı. 
ABD’de Finansal Kriz olarak başlayan sonra, reel sektöre de sıçrayarak bütün dünyaya yayılan 2008 Krizi neoliberal politikaların sebep olduğu bir kriz olarak kabul edilmektedir. 
Finansal serbestleştirme politikaları aynı zamanda ülke içinde sermayenin üzerindeki kontrollerin de gevşetilmesi sonucunu doğurmuştur. 
Ekonomilerde finansal sektör çeşitli yeni inovatif araçlar geliştirerek paradan para kazanmanın yollarını açmaya, buralarda büyük kazançların yaratılmasına zemin hazırlamıştır. 
Bu ise ülkelerde finansal sektörün önemini artırarak reel sektörün önüne geçmesine yol açmıştır. 
Kısaca ifade etmek gerekirse; finansal işlemlerle kazanç elde etmek, üretim yaparak kazanılandan çok daha büyük gelirler elde etmeyi mümkün kılmıştır.
Finans sektöründeki bu büyüme inanılmaz boyutlara ulaşırken işlemlerin de tam bir arapsaçı konumuna gelmesine, denetlenememesine neden olmuş, tamamen denetim dışı kalmıştır.
İşte yüksek kazanç güdüsü burada finansal ahlâkın göz ardı edilmesine finansal alanda büyük bir balon oluşmasına sebep olmuştur. Balonun bir vesileyle patlaması da ABD ekonomisinde finansal krize yol açmış, bu kriz büyüyerek bütün dünyaya sıçramıştır.
ABD’de başlayan ve bütün dünyaya yayılan finansal krize yönelik olarak FED para basarak piyasaları paraya boğmuştur (kriz öncesi 900 milyar dolar olan FED bilançosu 4,5 trilyon dolara çıkmıştır). Ayrıca ABD hükümeti çeşitli mali destek paketleri ile piyasada krizin etkilerini ortadan kaldırmaya çalışmıştır. 
Onca parasal ve mali teşviklere rağmen Kriz bir türlü tam anlamıyla sonlandırılamamış, ABD ve AB ekonomilerinin 2020’li yıllarda yeniden bir durgunluğa gireceği endişeleri günümüze kadar devam etmiştir. 
Özetlersek; 40 yıldır uygulanmakta olan neoliberalizm, sermayeye aşırı ve hak etmediği düzeyde bir özgürlük bahşetmiş, parasal politikaları üretim politikalarına tercih etmiştir. 
Bir iktisadi model ya da sistem ancak üretim üzerinde yükseliyorsa, üretimi temel alıyorsa uzun soluklu olabilir. Neoliberalizmin, bu temel kritere sırtını dönmüş olması, iktisadi krizin temel nedeninin neoliberal model ve pratiği olduğu gerçeğini ortaya koymaktadır. 
Bunun üstüne bir de 2020 başında Covid-19 pandemi olayı da eklenince dünya büyük bir karamsarlığa bürünmüştür.


BÖLÜM 4: COVID-19 PANDEMİSİNİN  NEOLİBERALİZME  ETKİLERİ VE THE GREAT RESET
Pandemi Ocak ayında Çin’de başladı, ancak çok kısa bir zaman içinde diğer ülkelere sıçradı. Mart ayı içerisinde dünyada birinci zirvesine ulaştı. Zirve yaptığı dönemde bir çok ülke karantina uygulamasına geçti. 
Tedarik zincirlerinin kırılması ve karantinalar nedeniyle küresel düzeyde talep ve üretimde ciddi düşüşler yaşandı. Bazı ülkelerde 2. Çeyrekte 30’ları aşan küçülmeler ortaya çıktı.
Pandeminin bulaşlığını azaltmak üzere mümkün olabilen sektörlerde esnek çalışma yöntemleri, evden çalışma formatları uygulanmaya gayret edildi.
Turizm ve hava yolu taşımacılığı tam anlamıyla çöktü. 
Yazın gelişiyle birlikte normalleşme hareketleri başladı. Ancak sonbaharla birlikte ikinci dalganın başlamasıyla özellikle Avrupa’da bir çok ülke daha uzun süreli karantina uygulamasına geçmek zorunda kaldı.
Tedavi edici ilaç ve önleyici aşı çalışmalarının muhtemelen yılın son günlerinde tamamlanması bekleniyor. Geliştirilen aşıların ne kadar koruyuculuk sağlayacağı, ne kadar etkin olabilecekleri henüz tam olarak bilinmiyor. 
Pandemi nedeniyle bir çok ülke hükümeti piyasaları desteklemek, firmaların iflaslarını önleyebilmek, işsizliğin korkutucu seviyelere yükselmesini durdurabilmek için merkez bankaları ve hazineleri aracılığıyla piyasalara çok büyük miktarlarda parasal ve mali destekler sağlamaya gayret ettiler. 
Küreselleşme sürecinin en olumsuz yanlarından birisi de ülkelerin borç seviyelerinde meydana gelen korkutucu artışlardır.
16 Temmuz 2020 tarihinde Uluslararası Finans Enstitüsü (IIF) tarafından hazırlanan "Küresel Borç Monitörü" raporuna göre, ülkelerin küresel borç toplamlarının tutarı bu yılın ilk çeyreğinde  258 trilyon dolar olmuştur. 
Küresel borcun ülkelerin toplam gayrisafi yurt içi hasılasına (GSYH) oranı ise bu dönemde 331'e ulaşmıştır. 
Bu ne anlama geliyor; yaklaşık 8 milyarlık dünya nüfusunun yemeden, içmeden  3,5 yıl çalışması gerekiyor ki bu borç ödenebilsin. Tabi pratikte bu mümkün değil.
Ayrıca pandemi nedeniyle borçlanmada ortaya çıkan ilave artışlar da gözden kaçırılmamalıdır. Özellikle Mart ayında pandeminin bütün ülkelere yayılmaya başlaması sonucu eve kapanma ve karantina uygulamaları ile birlikte hükümetler kesenin ağzını açmaya başlamışlardır. Bu durum ise zaten korkutucu seviyeye gelmiş olan ülke borçlarının çok daha hızlı artmasına neden olmuştur.
Sadece pandemiden dolayı borçların milli gelire oranında 12 civarında ilave bir artış sözkonusudur.
İşte liberalleşmenin neden olduğu en tehlikeli balon bu borçlar konusunda ortaya çıkmaktadır. 
Bu borçların kağıt üzerinde olmanın dışında bir karşılığı bulunmamaktadır. Vadesi gelen borçlar yeni borçlanmalarla finanse edilmekte ve gittikçe önlenemeyen biçimde artmaktadır. 
Bu balon günün birinde mutlaka patlayacaktır.
Uluslar arası alanda sistemin bu şekilde devam edemeyeceği yönünde her geçen gün kanaatler daha da kuvvetlenmektedir.
Pandeminin ekonomiler üzerinde yarattığı yıkıcı etki de gittikçe artmaktadır. 
Covid-19 pandemisi, küreselleşmenin halîhazırda var olan sorunlarını daha da belirginleştirmiştir ve tabir yerindeyse “KRAL ÇIPLAK” demiştir. 
Dünya Ekonomik Forumunun kurucusu ve yöneticisi Klaus Schwab’ın Temmuz 2020’de yayımladığı kitabının başlığı “Covid-19: The Great Reset.” 
Kitap, Covid-19 salgınının ekonomik ve toplumsal dokuda nasıl tahribata yol açtığına değinerek daha “kapsayıcı, toparlanabilen, sürdürülebilir” bir dünya ekonomik düzeninin kurulması gerekliliğini işliyor. 
Schwab, dünya ekonomisinin 1930’dan beri gördüğü en kötü bunalımla karşı karşıya olduğunu söylerken çıkış yolunu özetliyor: “KISACASI, KAPİTALİZMİ ‘YENİDEN BAŞLATMAMIZ’ GEREKİYOR.”
Schwab’a bir destek te  IMF Genel Müdürü Kristina Georgieva’dan gelmiştir. 3 Haziran 2020 tarihinde Dünya Ekonomik Forumunun “The Great Reset” kampanyasına desteğini bildiren Georgieva, 15 Ekim 2020 tarihinde de The Great Reset için yeni bir Bretton Woods çağrısı yapmıştır. Bu çağrının ayrıntıları hâlâ net olmasa da, neoliberalizm öncesi dünya sisteminin ana ayağı olan (değeri altına sabitlenmiş uluslararası rezerv para sistemi) Bretton Woods’un adının anılması, uluslararası rezerv paranın (doların) değiştirileceği ve uluslararası finans ile ticaretin regüle edileceği beklentilerini tetiklemiştir. “Global Currency Reset” (Küresel Parada Yeniden Başlangıç) için IMF’nin yeni çıkışlar yapması bekleniyor.
Aslında IMF’nin neoliberalizme eleştirisi daha önceki yıllarda da söz konusudur. 2016 yılı Haziran ayında, IMF’nin, 2008 Küresel Finans Krizinden sonra, bir özeleştiri yaptığını görüyoruz. 
Bu eleştiri herkesi şaşırtmıştır. Çünkü dünyada neoliberalizmi savunan ve ülkelere uygulamaları için tavsiyede bulunan bir kuruluş kendini eleştirmiştir.
2016 yılı Haziran ayında IMF’nin kendi yayını olan Finance and Development adlı dergide itiraf gibi bir makale yayınlanmıştır: Neoliberalism: Oversold? (https://www.imf.org/external/pubs/ft/fandd/2016/06/pdf/ostry.pdf).
Bu makalede 2008 kriziyle sorgulanır hale gelen neoliberal  politikaların aşırı derecede öne çıkarılmış olduğu, bu politikaların ekonomilerde büyüme yerine eşitsizlikleri artırdığı vurgulanırken,  devletin aşırı küçültülmesinin de zararlarına değinilmiştir.
Şimdi neoliberalizmde The Great Reset’in nasıl ve hangi alanlarda uygulanacağı, nasıl bir politika izleneceği 2021 yılı Ocak ayında yapılacak olan Dünya Ekonomik Forumu Davos Toplantısında tartışılacaktır. 
Acaba dünya gerçekten bir çok alanda THE GREAT RESET yapabilecek mi? 
Hep birlikte göreceğiz.